Bir yolsuzluğun anatomisi


Deniz Feneri soruşturması tam anlamıyla siyasilerin açıklamaları, savcıların görevden alınması gibi olaylarla kördüğüme dönmüşken Kılıçdaroğlu’nun son açıklamaları bu kördüğümün çözüme kavuşmasında ve birilerinin hesap vermesinde başlangıç olacak gibi. 

Hatırlayın, Deniz Feneri e.v. davası Almanya’da yargılanıp ceza aldığında Türkiye’deki Deniz Feneri bu söz konusu dernekle hiçbir organik bağlarının olmadığını iddia etmişti. Oysa bunun tersini kanıtlayacak ses kayıtları bugün bile bazı yayın kuruluşlarının elinde var. Bu kayıtları o günlerde neden yayınlamadılar ya da yayınlayamadılar bilmiyoruz ama bugün Deniz Feneri e.v. ile Deniz Feneri’nin aynı kuruluşlar olduğunu bal gibide biliyoruz.

Peki ama, Deniz Feneri davası savcılarının, tüm bürokratik engeller ve siyasi baskılara rağmen, Kanal 7’ye baskın düzenlemesiyle başlayan ve görevden alınmalarıyla son bulan siyasi baskı süreci nasıl gerçekleşti? Bu operasyonun temelleri ve Kanal 7 baskını öncesi, İçişleri Bakanı’nın bu denklemdeki yeri Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarıyla gün yüzüne çıkmış oldu. Can Dündar’ın da bugünkü yazısında ortaya koyduğu Deniz Feneri davasında yaşanan gelişmeleri incelediğimizde  ortaya çıkan bazı gerçekler var. Gerçeklerden bir tanesi dolaylı yollardan da olsa İçişleri Bakanı’nın davaya müdahil olduğudur. Her ne kadar bugün Kılıçdaroğlu tarafından iddia ediln bir durum olarak ortaya çıksada, Beşir Atalay’ın, bizzat kendinin davaya müdahil olmadığını söylemesi ilginç bir gelşişme. Bu noktada  Atalay’ın korumasının aracılığıyla ve hatta korumasının da başka aracılarla, opersayonu önceden Kanal 7’ye haber verdiği ve belliki kanalda, AKP ile dernek arasındaki organik bağları ortaya koyan belge ya da bulguların ortadan kaldırılmış olunabileceği gerçeğini de bu noktada  gözardı etmemek gerekiyor.

Tüm bunların yanında, belli ki bu soruşturmanın üzerinde büyük bir siyasi baskı var. Yıllardır bu ülkede yargının bağımsız olmadığı, rejimi “korumak” mevcut iktidarları ise kollamak adına, baskı altında alınan kararları,ideolojik yargılamarı, iktidarların yargıyı etkilemek adına Adalet Bakanlığı kartını nasıl kullandığını bilmek için herhalde illah gazeteci olmaya gerek yok. Bugün, yargıyı kendince niceliksel anlamda değişikler yaparak, niteliksel değişiklikler yaptığını öne süren iktidarın, yıllardır birilerini koruma ya da kollama görevini icra eden bu hastalıklı yargı sistemini Deniz Feneri örneğinde olduğu gibi kendi yararına kullanmaya başladığı ortaya çıkıyor. Ama yine Deniz Feneri soruşturması bize, yargının içinde bağımsız kalabilen, sistemin çarkları altında ezilmeyen hukuk adamlarının her şeye rağmen mücadeleye devam ettiğini de ortaya çıkardı.

Eğer Kılıçdaroğlu’nun iddiaları gerçekse –gerçek olmadığına dair aksi bir belirti görünmüyor-Türkiye’de belli taşların yerinden oynama ihtimalini ortaya koymak lazım. Ben Beşir Atalay’ın istifa etmesini ya da AKP’nin 2002’den beri temel kadrosunda yer alan ağır toplarından birisini istifaya zorlacağını zannetmiyorum. AKP’de ya da Beşir Atalay’da öyle bir politik namus kavramı olduğuna inanmadığım için bu “yolsuzlukla” mücalede eden AKP imajını –gerçi sadece kendi partizanlarında var bu imaj-yerle bir edebilir. Özellikle Deniz Feneri e.v.’den mağdur olan gurbetçi vatandaşlarımız ve onların akrabalarının AKP’ye böyle bir bağ ortaya çıktıktan sonra hala inanacağını sanmıyorum. Tabii ki böyle bir bağ ortaya çıktığında AKP’nin de siyasi olarak tarihin çöplüğünde yerini alma imkanını da unutmamak gerekiyor. Tabii ki insanımızın önünde başka bir merkez sağ alternatif olmadığından bunu pek ihtimal dahilinde bulmasam da bu kadar yolsuzluk karşıtı siyasi söylemleri bulunan partinin, yüzyılın en büyük yolsuzluklarından birinin baş aktörlerinden biri olarak ortaya çıkması pekte hayırlarına olmayacaktır. Ama sanki bu süreçte AKP birilerini kurban olarak ortaya sunup,süreçten sıyrılmaya çalışacak gibi. Bakalım bekleyip, koyunun ak mı, kara mı olduğunu göreceğiz.

Yorum Gönder

Görüşlerinizi paylaşın

Daha yeni Daha eski