Kanla beslenen günler

Kanla beslenen günleri atlatalı çok oldu sanıyorduk. Şu an için olmasa bile ülke içinde yeni bir kapışma, cepheleşme sürecinin içine çekiliyoruz. Bu noktada tıpkı eskisi gibi düşman medya organları oluştu ve kılıçlarını çekti. Şimdi bizden taraf seçip bir yalana ortak olmamız, inanmamız bekleniyor. Peki, hangi darbenin yanında olacağız, kararınızı verdiniz mi, cephenize geçtiniz mi? Yoksa bütün planları alt üst edecek üçüncü bir yola mı ihtiyaç var.

Yanlış anlaşılmasın bunlar temenni değil en fazla bir öngörü. Çokta hoşuma gitmeyen bir senaryo ama şu ana kadar gerçekleşme yolunda ilerliyor. Ergenekon davası, kapatma davası, Güngören saldırısı derken ülkede her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Artık bir gün inandığımız senaryolara öbürsü gün inanamıyoruz. 



Bir tarafta demokrasiyi parlamentodan ve seçimden ibaret sayan siyasi cahillikle yoğrulmuş ve parlamentonun üstünlüğüne inanan bir kesim var. Oysaki Türkiye'de parlamentonun üstünlüğü ilkesi ancak kuvvetler birliği varken gerçekti. Kuvvetlerin ayrılığında hiçbir kuvvet millet iradesi v.b. sebeplerle diğerinden üstün değildir. Sadece görevleri farklıdır ve birbirlerini denetlemekle yükümlüdürler. 

Diğer tarafta askeri demokrasiyi mümkün kulan kuvvetler dengesinin bir ayağı olarak gören militarist bir demokrasi özlemiyle yanıp tutuşanlar var. Oysa silahlı bir güç bu ister polis, ister asker olsun devletin yönetilmesinde etkin bir rol oynaması özgürlükçü bir demokrasiyi prangalayan büyük bir etkendir. İstediği kadar devrimci olsun hiçbir silahlı güç devrimci olarak kalmaz. Her zaman için sivillerin üzerinde baskı yaratmaya kendi otoritelerinin kabulüne çalışırlar. Atatürk'te Osmanlı döneminden aldığı derslerle askerin siyasete bulaşmasını engellemiştir. Ama tabi siyasiler askere müdahale edebilir çünkü asker devletin erklerinden biri değildir. Bu erklerin hizmetindedir. 

İşte bugün önümüze bu anlayışlara dayalı iki senaryo sürülüyor. Ya askerin Cumhuriyeti ve demokrasiyi koruyacağına inanacağız ya da siyasi iktidarın parlamentonun üstünlüğü safsatasıyla giriştiği diğer erkleri kontrol altına alma girişimine seyirci kalacak hatta destekleyeceğiz. 

İşte ülkenin girdiği bu kaos ortamında bir tarafta iktidarın tezlerini destekleyen medya organları, diğer tarafta ise iktidarı eleştireceğim derken militarist söylemleri reyting uğruna ekranlara taşıyanlar. 

Bir tarafta askeri eleştireceğim derken temelsiz iddialara sarılanlar, diğer tarafta laikliği savunmak adına en küçük olumsuz gelişmeden nemalanmaya çalışanlar.

Eskiden mesela solda bu kadar bölünmüş değildi. En azından farklı görüşleri savunsalar hatta birbirlerine silah çekselerde antiemperyalizm, polis ve askerin baskısına direnme, ezilmişlerin haklarını savunma gibi konularda aynı yerde birleşirlerdi. 

Seksen sonrasında ise devletin baskısına ses çıkaranlar, Güneydoğu’da Kürtlere yapılan baskılar karşısında susmayı kendilerine görev bildiler. Doksanlarda Kürt Milletvekillerine temsil hakkı verenler bugün aynı görüşleri bölücü unsurlar olarak tanımlayıp meclis çatısı altında temsiline tepki gösterebiliyorlar. Dün AKP ile benzer tavırlar sergileyen ANAP hükümetinin darbe ile hakları elinden alınmış Üniversite hocalarını göreve almamasını eleştirenler bugün benzer uygulamalara karşı sessiz kalmayı kendine yedirebiliyor. Dün en kanlı terör çatışmalarında dönemin hükümetine danışmanlık yapan Milliyetçiler bugün kendini demokrasi havarisi ilan edebiliyor. 

Yani dünün solcusu milliyetçi, dünün milliyetçisi ise liberal olmuş. Dün sokaklarda "komünist" avlayan komutanlar bugün aynı adamlarla beraber darbe girişiminde yan yana gelebiliyorlar. Kısacası bugün devlet kendi içinde belirli grupları tasfiye etmeye çalışıyor. Ama bunu yaparken yeni bir güç odağına yer mi açıyor yoksa zaten bunu devlete çöreklenen yeni bir güç odağı mı ortaya döküyor bilemiyoruz. Bilinen halkta bilinmezliğin getirdiği bir korku aşılandı. Kimsenin eski safında kalmadığı yeni pozisyonlarında kılıçlarını çektiği bir savaşın ortasında bırakılıyoruz. 

İşte tam bu noktada saf belirleyerek, taraf tutarak bizi aşırı uçlara sürükleyecek rüzgârlara açık olmamalıyız. Ülkenin kaosa ve yeni bir düzene sürüklenmeye çalışıldığı bugün artık bekleme zamanı. Sonuçları beklemeliyiz. Bende dâhil çoğumuz baştan itibaren bir taraf tutarak belirli şeyleri karşılıklı göz ardı ettik. Şimdi tarafsız bir gözün zamanıdır. Ergenekon'un gerçek olduğunu bazı noktalar abartılı olsa da ve belirli çevrelerce bu bilgiler servis edilse de gerçek olma ihtimalinin yüksek olduğunu anlamalıyız. Ayrıca bu davanın bazı yönlerinin muhalif sesleri susturma çabası olduğunu, devletin içine çöreklenmeye çalışan başka örgütlenmelerin de olduğunu bilmeliyiz.

Ve şunu da bilmeliyiz bugüne kadar karşıt gruplar devlet eliyle desteklenmiştir. Bu destekleme tek kişi üzerinden, tek grup üzerinden yapıldı demek bana göre olayın vahametini küçümsemektir. 70'lerden itibaren ülkede meydana gelen her türlü saldırı ve bombalamayı tek bir gruba bağlamak fazla iyi niyetli bir yaklaşım. Dikkat edilirse Ergenekon 99 sonrası tıpkı bir devlet gibi yeniden örgütleniyor. İddianame 99 öncesi olaylarla da örgütü ilişkilendiriyor ama neden 99'da yeniden örgütlenmeye ihtiyaç duyduğunu açıklayamıyor. Acaba devlet içinde tasfiye süreci mi yaşandı? Veli Küçük acaba neden yeniden ilişkiler kurmaya çalıştı. Neden bu yapılanma önce 2001'de neredeyse soruşturmanın eşiğinden döndü? Daha yeniden kurulalı 2 yıl geçmişken nasıl bu dosyalar başkasının eline geçti? Tuncay Güney'in Veli Küçük'le olan ilişkisi neden yeterince sorgulanmadı? 2007 yılında nasıl bir güç kaybı soruşturmanın açılmasına neden oldu? 

Ne yazık ki iddianamenin bu açık yönleri de karşı taraf tarafından görülmüyor. İddianame 99'da kurulan örgütlenmeyi mi yoksa daha öncesini de sorgulayacak mı? Örgüt 99'da oluştuysa geçmişte işlene faili meçhullerin hepsi nasıl bu örgütle bağlantılı olarak gösterilecek?
Bu tür sorular artabilir. Ancak önümüze sürülen deliller bazen abartılı da olsa gerçekçi yanları şüphelendiriyor. Eski tezler sanki yeniymiş gibi önümüze sürülebiliyor. Mesela PKK'nın kurulmasında MİT'in parmağı olduğu iddiası Uğur Mumcu'nun tamamlanmamış kitabında vardı. Son ortaya çıkan Çatlı ve Gonca Us'un kazadan yaralı kurtulduğu ama öldürüldüğü hemen Susurluk kazasının akabinde dillendirilmiş, ailesi Çatlı'nın dövüldüğünü iddia etmişti. 

Yine araçtan çıkan silahlarda parmak izi bulunmuyordu. Bazı silahların cephanesi yoktu, bazı cephanelerin ise silahı. Uzun bir süre sonra Çatlı'nın parmak izi olan bir silah ortaya çıkmıştı. Ancak ailesi Çatlı'dan öldükten hemen sonra parmak izi alındığını iddia etti. Yine Mercedes’i beyaz bir Mercedes’in takip ettiği ve aracın uzaktan kumandayla frenlerinin boşaltıldığı iddia edilmişti. Bir iddia daha vardı, kaza yapılan yol her zaman kullanılan bir yol değildi ve aslen bir uçak pistiydi yani olabildiğince geniş. İddiaya göre kaza yapan kamyon yolun ortasında ilerliyordu. Kazadan sonra nedense fren izi de bulunmamıştı. 

Tabii kaza sonrası bir gelişme daha vardı. O zamanlar Kocaeli İl Jandarma Komutanı olan Albay Veli Küçük, Mehmet Özbay(Çatlı)'ın kendileri için çalıştığını, deşifre edilmemesini istedi. Acaba ortada Sedat Bucak gibi büyük bir aşiret lideri varken, Hüseyin Kocadağ gibi bir emniyet müdürü varken Veli Küçük nasıl lider olabilirdi? 

Bunlar son günlerde önümüze serilenler, dikkatli olmalıyız devlet içinde yaşanan çatışmada suların durulmasını beklemeliyiz. Çünkü şu anda istenen taraf olmamız. Karşı taraflı propagandaların sebebi de bu. Kanla beslenen günler yeniden yaratılmak isteniyor. Tartışmaların kavgaya dönmediği çağdaş bir Türkiye için artık bekleme zamanı. Patlayan bombalar, açılan soruşturmalar, susturma çabaları, darbe sevdalıları bunlar hep bizi içine çekmeye hazır bekliyorlar. 

Her ne kadar bu soruşturmayla askerin ayağını denk alması mesajı açıkça verildiyse de sanki belirli kesimlerinde her zaman rejimle barışık olduğu gibi bir mesajda bilinçaltımıza işleniyor. Kısacası tarafgirliğe soyunduruluyoruz. Artık bu tür tuzaklara düşmekten bıkmadık mı?

Yorum Gönder

Görüşlerinizi paylaşın

Daha yeni Daha eski