Andy Warhol’un kehanetinin gerçekleşmesi için Nostradamus’ta olduğu gibi yüzyıllarca beklemek zorunda kalmadık. Milenyumla birlikte televizyonculuk kendince yeni bir yaratıcı alan buldu ve sokaktaki insanı şöhret afyonuyla kandırma yarışında. Bu yarış öyle bir yarış ki, gerçeklik maskesi altında kazanmak adına yapılmayacak çirkeflik yok.
Bundan sonra isim ve örnek vererek bazılarının damarına basarak yazıma devam etmek istiyorum. Bazılarına göre bu tür eleştiriler her ne kadar başarıyı çekememezlik gibi gösterilse de, buradaki amaç başarı adına her yolu mubah sayan bir anlayışı idam sehpasına çıkarmaktır.
Şimdilerde en iyi örnek, başladığı günden beri reyting listesinin ilk sırasından düşmeyen ve bir Acun Ilıcalı yapımı olan “Var mısın, yok musun?”. Bu programa televizyoncu gözüyle baktığınızda çok başarılı, bu açıdan eleştirebilinecek hiçbir yanı yok. Ama bu yarışmayı iyi bir televizyoncu bile karşısına geçip izlemeyi kolay kolay göze alamaz. Peki, nedir bu “Var mısın yok musun?” yarışmasının beni bu kadar kızdıran yönü.
Şöyle bir bakalım. Yarışmada bir yarışmacı geliyor, önce gelip kendine bir kutu seçiyor. Kutu seçtikten sonra bir masaya oturuyor, masanın iki yanında bulunan sıralarda tek tek önlerinde kutular olan insanlar var. Yarışmanın amacı basit, her kutuda bir para ödülü var ve en sonda kalan kutu yarışmacının ödülü oluyor. Tabi bu arada teklif veren bir banka var ve o anda kalan büyük ödül miktarına göre bir teklifte bulunup yarışmacıyı caydırmaya çalışıyor.
Buraya kadar her şey normal bir yarışma için gerekli ölçülerde. Ama bu yarışmayı benzerlerinden farklı kılan, üslubu. Katılan yarışmacılar için kutuları açanlar sanki o yarışmacıyı kırk yıldır tanıyor gibi davranıyor. Hiç sahip olunmayan bir para ödülü için ağlayanlar, dua edenler, el ele tutuşup kendilerince kutsal ritüeller gerçekleştiren bir tarikat gibiler. Kaybedenle beraber ağlayan, kazanan ile beraber üzülen garip bir grup. Tıpkı Martin Esslin'in Beyaz Camın Arkası kitabında söylediği gibi, televizyon ekranında her gün saatlerce büyük bir drama bombardımanına mağruz kalıyoruz. İşte “Var mısın, Yok musun?” yarışması da bu anlamda televizyonu dramatik bir oyun sahnesine çeviren ve basit bir bedavadan para kazanma hırsını, insani bir güdü gibi algılatmaya çalışan garip bir yarışma. Garip çünkü dediğim gibi, zaten emeğinle kazanmadığın ve hiçbir zaman sahip olmadığın bir para için üzülmek insani bir duygu değildir. Bu insanın en vahşi duygularındandır. Zengin olmak, para ile başka insanlara hükmedebilme gücüne erişemese bile bunu tahayyül etmek. Bunlar insani duygular değil, bunun için gözyaşı dökmek, el ele tutuşup dua etmek timsahın gözyaşlarından farksızdır.
Bu anlamda nasıl olacakta bu yarışmada samimiyetten ve insani duygulardan bahsedeceksiniz. Bugün bütün uygarlığın güç temelini oluşturan parayı ele geçirmenin duygusal bir yönü olduğunu düşündüren bir yarışmanın samimi olduğunu düşünmek ancak saflıktır. Acun Ilıcalı herhalde babasının hayrına yarışmayı yapmıyor, nasıl milletli herkese para kazandırdığına inandırıyorsa, bu inandırabilme üzerinden kendisi çok daha fazla para kazanıyor.
Ama kabul ediyorum, Acun bu işte iyi, gerçekten gerilimi arttırmayı, insanları etkilemeyi iyi biliyor. Böyle bir televizyoncunun insanların hırslarını ve duygularını kullanarak büyük paralar kazanmaya çalışması gerçekten büyük bir kayıp. Bu dramatize etme yönünü keşke farklı alanlarda kullanabilse. Keşke daha yaratıcı, insanların her hangi bir duygusunu sömürmeye çalışmayan programlarla imza atabilse. Dediğim gibi, yetenekli ve insanların nelerden hoşlandığını biliyor. Ama insanları en zayıf yerlerinden vurup sömürmek bu ancak kolaya kaçmak olarak algılanabilir.
Başka bir örnek daha vermek lazım gibi geliyor bana. Mesela, Sayın Osman Tan Erkır’ın yaptığı Popstar Alaturka yarışması ile Anında Görüntü Show programlarını karşılaştırmalı değerlendirelim. Şimdi burada bizim bir şarkı programını eleştirmek gibi bir amacımız yok. Sonuçta sokaktan geçen insan bile olsa belli kriterlere göre seçilip şarkısını söylüyor. Eğer bu yarışmacılar, şarkısını söyledikten sonra jüri tarafından normal olarak değerlendirilse anlayabiliriz. Ama jüri karşısındaki insanları sanki profesyonel yorumcular sanıp onları bazen hakarete varan bir şekilde eleştiriyor. Jürinin karşısına çıkan yarışmacı ağlayıp, sızlıyor ve o anlıkta olsa ünlü olabilmek adına bir yerlerini yırtıyor.
Burada anlatmak istediğim şu, Türkiye’de yapılan Popstar yarışmasıyla başlayan canlı yayında ses yarışmaları, seslerin değil, imajların, hayatların ve acıların yarışına dönmüş durumda. Her yarışmacı ben çok acılar çektim, yok efendim, beni böyle eleştiremezsin. Bir jüri çıkıp yok efendim o nasıl kıyafetin var, lise balosuna mı geldin gibi sözlerle sanki bir mahalle kavgasını andıran yarışmalar sürüp gidiyor.
Peki, gelelim aynı programcının Fox’ta yayınladığı programa. Bu programda karşınıza doğaçlama tiyatro oynayan Mahşeri Cümbüş tiyatro grubu çıkıyor. Hepsi genç ama ciddi anlamda yetenekli insanlar. Osman Tan Erkır bu anlamda bir maden bulmuş diyebiliriz. Bir Popstar yarışmasına birde bu programa bakıyoruz. Bu programda seyircilerden gelen komutlar ve Osman Tan Erkır’ın yönlendirmesiyle muhteşem bir komedi programı ortaya çıkıyor. Hem de öyle programlanmış ya da samimiyetten uzak ve birilerinin zorlamasıyla değil. Yarışmada ünlü olan insanlar yok, yarışmada iki grup var biri Mahşer diğeri Cümbüş. Her hafta yapılan doğaçlama tiyatro seyirciler tarafından alkışla değerlendiriliyor ve hangi grup daha fazla alkış alırsa kazanıyor. Bu kadar basit ama aynı zamanda eğlenceli bir program. Ortada ne kavga var ne de bir gerilim. Ne birisi canlı yayında ağlıyor ne de yarışmacıları aşağılayan ve kendi arasında kavga eden bir jüri var. Ama bu programda başarılı ve seyrediliyor.
Ancak buna rağmen en başlara oynayanlar kavga, gürültü ve dramatize hayatlar. Ama bir düşünün en maddi konulara bile dini, gözyaşını sokabilen arabesk bir halka nasıl bir yarışma yapılabileceğini hayal edebiliriz ki zaten. Ama yanlış anlaşılmasın şu an bütün dünya aynı ikiyüzlülüğü yaşıyor. Bir dakika önce ağlarken, bir dakika sonra gülmek artık tüketim toplumunun en önemli niteliği haline geldi. Kısacası bütün hayatı duygusal patlamalarla geçen ama yanlış yerde yanlış şey için ve yanlış şekilde tepki veren halklar oluşuyor. Bu duygu patlamalarını saçma sapan yarışmalarda harcamak yerine, para kazanma hırsını gizlemek için kullanmak yerine keşke hayatımıza yansıtabilsek. Keşke bu duygusallık, hümanizme dönüşebilse, keşke tüm yaşayan varlıklara saygı duymamıza neden olabilse. Ama işte bu dünya için belki bir trend, her şeyin anında yaşanması, her şeyin hızlanması, duyguların yoğunluğunu ve samimiyetini ortadan kaldırıyor. Türkler için ise ne yazık ki özellikle 80 sonrası toplumun, duyarsız ve ikiyüzlü bir hale gelmesiyle ilgili. Tabii bir toplumun içinde olmayan bir şeyi bir anda ortaya çıkaramazsınız. Biz zaten bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın felsefesiyle hayatımızı idame ettiren bir toplumduk. Darbe yalnızca bunu daha abartılı bir şekilde yaşamamızın önünü açtı.
Yani aslında görüyorsunuz, bizim sorunumuz duygusallığımızı çok arabesk yaşamamız. İşimize geldiğinde duygusal, gelmediğinde karşısındakini anlamayan, duygusuz bir toplum ve o toplumun bireyleri. Bu karmaşık, birbirine zıt kavramları içinde taşıyan ve çelişkili bir yaşam süren halkın artık aynaya bakması ve duygularını ikiyüzlü değil samimi olarak göstermesi lazım. Çünkü bu samimiyet olmadığı sürece, ne demokrasinin ne de medyanın düzelmesini bekleyemeyiz. Bunun sebebi ise demokrasinin ve medyanın içinde yaşadıkları halkın aynası olduğundandır, siz nasıl bir halksanız demokrasiniz de, medyanız da tıpkı sizin gibidir.
*Bu yazı 15.02.2008 tarihinde Onpunto.com sitesinde Veyis Özen Ertuğ tarafından yayınlanmıştır.