Gecenin bir yarısı önümde bilgisayar ekranı düşünüyorum. Bugün arkadaşımla konuşurken bir karar verdim kendime. Yeniden yazmaya başlayacaktım. Hayatın tüm zorlamalarına, işimde boş muhabbetlerle geçen, gülüşmelerle geçen onca değersiz zamana karşı ben tekrar yazının o insanı özüne döndüren, içinde yaşadığı ortamı, sorunları ve belki de geleceği unutturan kendince kurduğu o küçük krallığa geri dönmeye karar verdim.
Bu ikili yaşamı nasıl sürdüreceğimi ya da sürdürüp sürdüremeyeceğimi inanın bilmiyorum. Yazıya belki de hayata karşı olan bu istikrarsız sevgim ve bağlılığım her zaman önüme bir sorun olarak çıkacak gibi görünüyor. Ama aynı zamanda her başım sıkıştığımda, hayattan her sıkıldığımda başvuracak bir kapımın olması da başkaca güzel bir his olsa gerek.
Arkadaşımdan ayrılıp eve gelince ekranlarda iki ana konunun tartışılmakta olduğu dikkatimi çekti. Birisi Fenerbahçe'nin şike yaptığı iddiası üzerine yaşanan gelişmeler bir diğeri ise Türkiye İsrail ilişkilerinde gelinen son nokta.
Futbolu seyretmesini de oynamasını da severim. Hem de bir Fenerbahçeli olarak bu konuda belki de birkaç şey söylemem lazım. Ama yok, bu konuda duygularım karışık, takımımın suçlu olmadığına inanıyorum. Buna rağmen hayatımın temel hareket noktası olarak ya şike varsa ihtimalini düşünmeden de edemiyorum. Bu kaotik süreç görünür ve gözlenebilir bir hal almadan bu konuda konuşmayı havanda su dövmeye benzetiyorum. Hem bir Fenerbahçeli olarak bu konuda nesnel davranamayacağım kanaatindeyim. Tabii ki benim de bu konuda kanaatlerim var. Bana göre Fenerbahçe suçsuz ve işin içinde başka hesaplar var. Ama dedim ya ben Fenerbahçeliyim, bırakalım davanın sonucunu görelim. Tabii ki bu süreçte futboldan, futbolun çekişmesinden ve zevkinden uzak kalacağız. Umarım bu davayı açanlar haklıdır, aksi takdirde elimizden aldıkları futbol sevgisinin karşılığını ödemeleri pekte mümkün değil.
İsrail Türkiye ilişkileri ise başka bir kaotik sürece dönüşmek üzere. Ne yazık ki Türkiye'de ya dış politika ciddiye alınmıyor ya da dış politikanın bir bütün olduğu gerçeği göz ardı ediliyor. Bir yandan İsrail ile ilişkileri koparma noktasına gelen AKP, Nato'nun sözde savunma için kurulacak füze savunma sistemiyle İsrail'in güvenliğini garanti altına almasına yardımcı oluyor. Hem bunu bırakın füze savunma sistemi daha önce Çek Cumhuriyeti ve Polonya tarafından halklarının baskısıyla kabul görmedi. Peki ama tam BM Mavi Marmara raporunun açıklandığı dönemde bu füze savunma sisteminin gündeme bile gelemeden onaylanması tesadüf müdür? İsrail ile ilişkiler tehlikeye girmiş, Türkiye rapor sonrası İsrail'e rest çekiyor. O arada da aylardır gündeme gelip giden ve "biz ülkemize füze konuşlandırılmasına izin vermeyiz" şekline benzer açıklamalarla üstü örtülen, Davutoğlu'nun ise sadece radarı bizde demesiyle geçiştirilen füze savunma sisteminin ülkeye kurulmasının kabul edildiği ortaya çıkıyor.
Burdan söyleyeyim, biz bir şekilde yarın bugün, mesela 24 Nisan tarihine yakın zamanlarda tekrar İsrail ile sıkı fıkı oluruz. Ama bu arada bu ülkeye füze savunma sistemi konuşlandırılıp, kullanımı başka ülkelere verilirse bu ülkemizin soğuk savaştaki diplomatik pozisyonuna geri dönüşü olur. Yani önemli gibi görünen kukla devlet rolü. Belki şartlar aynı değil ama Amerika, bölgede girişeceği askeri operasyonlarda bu üssü kendisine bir koruma kalkanı olarak kullanacak. Kısacası hedefler ABD'den önce Türkiye'yi gösterecek. Hani yıllardır dış politik olarak Nato'da sözde kaybedilen prestij vardır ya işte bu proje kaybedilen o sözde prestiji bize geri verecek.
Ortadaoğu tüm bu kavga gürültü içinde yeniden şekilleniyor. Aslında İsrail'in bu füze savunma sistemine eskisinden daha çok ihtiyaç duymasının da asıl sebebi bu. ABD'nin Irak'tan çekilmesi sonrasında kısa sürede Ortadoğu'da ve Kuzey Afrika'da fırtınalar koptu. ABD'nin bu isyanlarda parmağı olduğu ortada. Amaç belli yeniden şekillenecek Ortadoğu'da Arapların güvenini kazanmak ve İsrail'de dahil olmak üzere bütün stratejik önemdeki projelerini koruma altına almak. Ama ABD'nin yıllardır denediği bu şekillendirme arayışları sonrası pekte ABD'nin memnun olduğu sonuçlar ortaya çıkmadı. Bu projenin yani kısaca BOP'un da şimdiden dezavantajlı kısımları ortaya çıkıyor. Mesela Mısır'da Hüsnü Mübarek sonrası, Gazze sınırının açılması. Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Yemen gibi ülkelerde istenmeyen Şii muhaliflerin ayaklanmaları ve İran'ın bu muhaliflere verdiği destekler. Belli ki Ortadoğu'nun şekillendirme oyununu yine insani irade bozacak. Eğer Arap halkları tüm oynanan oyunlara rağmen, özgürlüklerini kazanırsa Türkiye'nin vay haline. Çünkü bu projede ABD'nin yağdanlığına soyunan Türkiye'nin özellikle Suriye'de yaşananlara karşı takındığı tavır dikkat çekici. Suriye'de yaşanan süreç ise ilginç. Beşar Esad'ın bir yandan reform sözü verip bir yandan sivil halkı katletmesi gözardı edilebilinecek bir tablo değil.
Yıllardır tek adam iktidarıyla ayakta duran Suriye'yi daha düne kadar yerlere göklere sığdıramayan AKP'nin bir anda ABD ile aynı ağızı konuşması bu açıdan manidar. Gerçi bu insani kıyım karşısında sınırların açılması ve Suriye vatandaşlarına barınak sağlanması çok ama çok insani bir davranıştı. Ama Suriye'ye müdahale edileceğini akıllara getirecek hitaplarla, bölgenin ağabeyi konumunda yapılan konuşmalar Türkiye gibi bir ülkeye yakışmıyor. Türkiye'nin bölgede huzuru sağlama çabası olacak tabii ki ama bunu yaparken müdahaleci bir üslup kullanmak, bölge halkında Türkiye'nin emperyalist emelleri olduğu hissini uyandırır. Ben işin iyi yönünden bakıp sadece bir yanlış anlama olarak görüyorum. Ama Türkiye'nin böyle bir hedefi varsa ne yazık ki ABD'nin çürük ipiyle dipsiz bir kuyuya doğru adım atıyoruz demektir. Umarım başkalarına ağabeylik yapacağız diye başkalarının kuklası bir devlet haline gelmeyiz.