Her zaman olduğu gibi daktilosunun başına geçti ve yazmaya başladı. Hiç düşünmeden yazmaya başlardı çoğu zaman. Düşünmediğinden değil hep aklındaydı ne yazacağı ama her o daktilonun başına geçtiğinde sanki hiçbir şey düşünemez olurdu. Düşünmeden hırsla basardı tuşlara ve kocaman bir yazı çıkardı karşısına. Her seferinde uyumaya hazırlanan eşinin oflamalarıyla bölünürdü bu kısacık yazma serüvenleri. Çünkü daktilonun tuşlarına öyle bir basardı ki sevdiği kadını da çileden çıkaracak kadar büyük bir gürültüye neden olurdu. Aslında bilgisayarı da yok değildi ama zaten klavyenin tuşlarına da aynı hiddetle bastığı için pek bir fark yaratmıyordu. Hem daha yeni öğrenmesine rağmen insanlığın bu eski yazı aracı çok hoşuna gitmişti. Çok daha insani gelmişti belki ona. Kelimelere dokunmak, mürekkebi hissetmek, bunu bilgisayarda yaşamanın mümkünatı yoktu. Aslında eskiden eliyle yazardı yazılarını ama yaşlanmaya başlamıştı artık, kendi bile seçemiyordu o kargacık, burgacık yazısını. Çok beklediği gibi değildi hayat. Hep istediği şeylere kavuşmuştu aslında. Yanında aşık olduğu kadın vardı mesela. Her sabah uyandığında onun güzel gözlerini görmek bile yeterdi şükretmek için. En çok sevdiği şeyden yazı yazmaktan para kazanıyordu. Ama öyle çok para değildi maalesef ancak mutfak masraflarına belki birazda kağıda, mürekkebe yetiyordu. Sevdiği kadın bankacıydı ve aslında evin tüm diğer giderlerini de o karşılıyordu. Peki ama bu ona dokunmalı mıydı? Bir kadının eline muhtaç olmak mı zordu yoksa hayatta hep istediği mesleğin bugünlerde bu kadar değersiz olması mı?
Artık kimse okumuyordu, bırakın kitabı, dergi, gazete de okunmuyordu. Dijital çağ denen saçmalığın içinde önce birçok okunacak dergi, gazete vardı ama şimdi hiç kimse bir satırdan fazla yazı okumaya tahammül edemiyordu. Halen uzun yazılar okumak isteyenler ise basılı metaryelleri tercih ediyordu. Yani aslında çağa ayak uyduramamış değildi, çağ yazıyı ve yazı yazanları çoktan tarihin çöplüğüne göndermişti. En çokta oğlu ve küçük kızı için endişeleniyordu. Bir taraftan anne babalarının tartışmalarını dinliyor bir taraftan da okulda hiç kitap okumadan eğitim görüyorlardı. Çocuklar sıkılmasın diye başlayan oyunlu eğitim programları çoktan tamamen derslerin yerini oyunların almasıyla son bulmuştu. Büyük teknoloji firmaları ve oyun şirketleri nasıl olduysa hükümetleri ikna etmiş ve çocuklar oyun oynayarak eğitim görmeye başlamıştı. İçi boş bir nesil yetişiyordu ve yazar bu durumdan çok endişeleniyordu. Çocuklarına artık kimsenin evinde bulunmayan hatta görüldüğünde alay edilen eskinin klasiklerini okutuyordu. Başlarda çok zorlanmışlardı ama zamanla daha on yaşında bir çok dünya klasiğini bitiren bir oğlu vardı. Kızı daha dört yaşındaydı ama ona çoktan okuma yazma öğretmişti bile. Ama işte karısı, o sevdiği kadın tüm bunlar için kocasına kızıyordu. Ne gerek vardı bunlara. Geçenlerde öğretmeni okula çağırmış ve oğullarının sürekli Bay K. diye birinden bahsettiğini, Kafka diye bir adamın böceğe dönüşen bir çocuğu anlatan hikayesi yüzünden sınıftaki çocukların psikolojisinin bozulduğunu söylemişti.
Yazarın gözleri dolmuştu, bir öğretmen Kafka'yı tanımamasını geçin dönüşüm romanının bu şekilde bir etki yapacağını düşünmesi, Allah'ım dedi ne hallere düştük. Hani öyle dinine çok bağlı bir adam da değildi ama yaratıcıya sığınmak için herhalde bundan daha iyi bir zaman yoktu. O anda aklına geldi, geçenlerde bir arkadaşı yeni bir projeden bahsediyordu. Dijital yayın madem bu kadar büyüyüp güçlenmişti gazeteciliğin ve yazarlığın bundan yararlanması gerekiyordu. Yazar arkadaşına baktı ve zaten hali hazırda bundan yararlanan binlerce sosyal medya organı var dedi. Pekte umutlu değildi. Ama arkadaşı ısrarlıydı onu Pazartesi aramasını söyledi her şeyi anlatacaktı ona. O anda aklına geldi bugün Pazartesi'ydi. Hemen telefonu aldı ve video görüşme isteği gönderdi arkadaşına. Hemen yanıt gelmişti. Arkadaşıyla beraber aynı görüşmeye dört kişi daha katılıyordu. Yazar hemen işkillendi. Bunlarda kim diye sordu. Arkadaşı bu adamlar yatırımcılarımız, bekle şimdi sana her şeyi anlatacağım dedi. Proje belliydi. Madem insanlar en fazla 140 kelimelik mesajları algılayabiliyorlar o zaman bütün enformasyon bu boyutta verilir. Kitleler dünyadan ve genel kültüre dair bilgilerden bu kadar uzak kalmak yerine 140 kelimelik haberler içeren bilgilendirici bir dijital platforma sıcak bakabilirler. Projenin özeti buydu. Yazar bu projeyi on sene önce duysa karşısındakileri haberi, haberciiliği ve genel kültürü 140 karaktere sığdırmaya çalışan bu yüzeysel tavırları yüzünden aşağılardı. Ama şimdi dünyanın bu halinde en iyi çözüm buydu. Peki ama ben ne yapabilirim dedi. Yazardan aslında tüm süreci kontrol etmesi ve bu kültürün yeniden üretimi sürecinde danışmanlık yapması bekleniyordu.
Garip bir şekilde tekrar yazarlara değer verildiğini düşünmeye başladı. Yıllar önce bin bir numarayla kandırdığı eşinin hep istediği evi alabilecekti belki. Çocuklarını sistemin tüm zorlamasına karşın okul denilen o saçma eğitim kurumlarına göndermek zorunda değildi. En önemlisi hiç istediği gibi olmasa da en sonunda yazı yazdığı için tekrar para kazanabilecekti. Daha bundan on sene önce büyük bir yazardı aslında. Şimdiki evini, arabasını da bu şekilde almıştı. O zaman eşiyle çok mutlulardı zaten evleneli de çok olmamıştı. Ama sonra son iki üç yıl içinde her şey değişmiş daha büyük yazarların kitapları bile satılmaz olmuş, büyük kitap marketler bile kapılarına kilit vurmak zorunda kalmışlardı. Dünyanın bütün kitapları dijital kütüphanelerde olmasına rağmen bu kitapları okuyan kişi sayısı eskiden basılı kitap okuyanların sayısının yarısı bile değildi.
Şimdi bu bir çıkış yolu olur mu, yazar yeniden hayata merhaba diyebilir mi pekte belli değildi hani. Ama asıl önemli olan kitaba ve tabii ki hayata bu kadar yabancı olan, bir öğretmenin bile Kafka'yı tanımadığı, kitap okumanın ayıp sayıldığı, aşağılandığı bir dünyayı böyle birilerinin cebini dolduracak günlük projeler kurtarabilir miydi? Ne yapacaktı peki geçen sene yaptığı gibi sokağa çıkıp bir kaç arkadaşıyla eğitim sistemini mi eleştirecek, hükümeti yerden yere mi vuracaktı? Peki ne olacaktı sonra tıpkı o gün gibi insanlar onlara bakıp gülecek sonra Polis tarafından toplumun huzurunu bozmaktan içeri alınacaklardı.
Oysa şu anda hayatlarını saran teknolojiler daha yeni yeni yaygınlaştığında fark etmişti bu tehlikeyi. Zaten daha o zamanlar karşısında hali hazırda kitap okumayan, gazete okumayan bütün yaşamı sanal dünyadan ibaret sanan kocaman bir gençlik vardı. Sevdiği, aşık olduğu eşi sırf onlara benzemediği için uzun süre peşinden koşmuştu mesela. Ama şimdi ne olmuştu, herkesin teknolojinin nimetleri olarak sunduğu akıllı cihazlar tüm yaşamımızı kontrol altına almıştı. O çok sevdiği eşi bile bazen saatlerce telefonu, tableti ve bilumum akıllı cihazlarıyla kendince bir dünya yaratıyor ve çocuklarına ve eşine zaman ayırmayı aklının ucundan bile geçirmiyordu. Yani insanlar değişmişti, yaşam değişmişti ama ne yazık ki gelişen sadece teknolojiydi. Sıradan insan teknolojinin kölesi olmuştu. O kadar aptallaşmaya başlamıştı ki insanoğlu artık teknoloji on sene önce bir çocuğun anlayacağı basitliğe indirgenmişti. Toplumda zengin ve okumuş kesim kendi çocuklarına kitap okutmaya, tiyatro, resim gibi klasik sanatları öğretmeye devam ettiriyordu. Yazarın çocuklarına bu eğitimi aldıracak parası yoktu. Ama bu proje başarılı olursa belki o da çocuklarını bu seçkin okullara gönderebilirdi. Peki ne olacaktı, onun çocukları kurtulacak ama milyonlarca çocuk kitabın bile ne olduğunu bilmeden anlamsız yaşamlarına devam edecekti. Ray Bradbury yanılmıştı, kitapları yakan otoriter bir yönetim ya da itfaiyeciler yoktu. Kitaplar orada tam da yerinde duruyordu. Ama insanlar okumayı bırakmıştı. Kimse onları insanların elinden zorla almamıştı. Artık insanoğlu kitap okumaya ihtiyacı olmadığını düşünüyordu.
Bu düşüncelerle tekrar daktilosunun başına oturdu ve yazısını yazmaya devam etti. Yarın sabah gazeteye göndermesi gerekiyordu. Garip bir adamdı halen daktiloda yazıyor ama sonra dijital ortama aktarıyordu. Boşuna kağıt israfı değil miydi? Artık kağıtlar evlerin içinde bile geri dönüştürülüyordu onun için yazarın pekte çevre açısından sıkıntısı yoktu. Ama işte bilgisayar kullanmasına rağmen hatta teknolojiyi kendine teknoloji gurusu diyen birçok kişiden daha iyi takip etmesine rağmen bir daktiloda yazmayı tercih ediyordu. O sırada eşi yanına geldi, ağlamaklıydı. Neden dedi, neden halen neden bu lanet alette yazılarını yazıyorsun. Bak orada bilgisayarın da var. Her tuşa vurduğunda beynim zonkluyor ben çalışıyorum senin gibi hayatım pineklemekle geçmiyor. Hem bak yeni bir teklif aldın belki hayatımız değişecek. Bırak artık şu tuşlara intikam alır gibi vurmayı. Kimden intikam alacağım dedi yazar, ağlamanı istemiyorum biliyorsun dedi. O güzel gözlerinden yaş akmamalı. Ama bu yazıları yazmalıyım halen insan olduğumu anlayabilmek için. Hem bu kadar erken yatmanın sebebini hiç düşündün mü? Saatler boyunca o aletlere bakıp duruyorsun, tüm hayatın onlar olmuş. Artık bana ve çocuklarla değil onlarla gülüp ağlıyorsun. Sen böyle bir kadın değildin. Gel yanıma otur, içinden ne geçiyorsa bu kağıda dök. Her tuşuna bastıkça yeniden insan olduğunu hatırlayacaksın.
Önce sinirlenmişti ama sonra nedense merak etti. Geçti daktilonun başına, yeni bir kağıt yerleştirdi dikkatlice ve tuşlara hızlıca basmaya başladı. Çok hoşuna gitmişti. Birkaç gün sonra bir daktilo daha aldılar ve zor bela da olsa birkaç tane kitap. Artık hep beraber yazıyor ve okuyorlardı. Çok mutlu ve mesutlar mıydı bilinmez. Ama yeniden insan olduğunu hatırlamışlardı. Aslında yazar hep farkındaydı bunun. Şimdi sevdiği kadında o eskisi gibi, aksi, gururlu ama sevecen haliyle tekrar karşısındaydı. Yıllar ikisine de pek adil davranmamıştı. Ama ona her baktığında halen aşık olduğunda gördüğü o bal rengi gözleri yerindeydi. Halen gözlerinin içi gülüyordu ya gerisi boştu. Belki biraz kilo almıştı, göz altlarındaki torbalar daha da belirginleşmişti. Ama o hala aynı kadındı. En azından o daktilonun tuşlarına bastığı sürece öyleydi.