Sansürlü ve tutuklu bir bayram sabahı



Bugün 24 Temmuz, II. Meşrutiyet'in ilan edildiği bu tarih aynı zamanda basın bayramı olarak kutlanıyor. Sebebi ise II. Abdülhamit devrinde gazeteler sürekli olarak Padişah'ın sansür kurulundan geçtikten sonra sansürlü boş sütunlarla yayınlanırdı. II. Meşrutiyet'in ilan edilmesiyle birlikte gazeteler, sansüre karşı geldi ve ilk defa beyaz sütunlar gazetelerde yer almadı. Her ne kadar bu bahar dönemi son bulsa da 24 Temmuz Basın bayramı olarak kutlanmaya devam ediyor. Peki ama 100'e yakın gazetecinin içeride bulunduğu bir ülkede nasıl bir basın özgürlüğünden bahsedilebilir. 


Başbakan Erdoğan bir Edebiyat dergisine verdiği röportajda, basına uygulanan sansüre karşı olduğunu, kendisinin de bir şiir yüzünden hapiste yattığını hatırlatarak vurgulamış. Nasılda duygulandım, bakın gözlerim doldu. Başabakan'a göre bu ülkede sansür yokmuş. Evet kabul eskisi gibi sansür kurulları yok. Ama işte bugün devir değişti. Eskiden padişah emriyle sütunlar beyaza boyanırdı şimdi ise devletin özel bir sansür kuruluna ihtiyacı yok. Büyük medya patronları diğer sektörlerdeki işleri tıkırında gitsin diye belli bir oto sansür uyguluyor zaten. Her haber yayına girmiyor ya da çok üstü kapalı geçiştiriliyor. Konvansiyonel medyanın dışında kalan medyada ise çok muhalif olan kalemler hemen terörist ilan edilip bir operasyonla içeri tıkılıyor. Biliyorsunuz Başbakan ve hükümet üyelerine göre içerideki gazetecilerin hepsi ya tecavüzcü ya hırsız ya katil ya da terörist. Yoksa bu hükümet gazetecileri neden içeri tıksın değil mi ama?


Oysa Oda TV davasının hem iddianamesinde hem de yargılamalarda görülen o ki yargılanan gazetecilik. Barış Terkoğlu'nun yaptığı ve bir kısmı yandaş medyada bile yer alan haberler mesela suç unsuru olabilmiş. Soner Yalçın'ın yine muhalif yazıları suç unsuru olarak iddianamede. Ahmet Şık'ın kitabı, Nedim Şener'in cemaat hakkında yaptığı araştırmalar bunların hepsi suç unsuru. Bana şimdi söyleyin, haber yapmak, haber için kaynakla görüşmek, yazı yazmak, kitap yazmak ve yayınlamak bunlar ne zamandan beri bir terör örgütünün eylemleri haline geldi. Ama işte Başbakan'ın seçim öncesi söylediklerini unutmamak lazım. Ne demişti, kitaplarda bomba kadar tehlikelidir. İşte beyler , bayanlar siz böyle bir ülkede böyle bir Başbakan tarafından yönetiliyorsunuz. Peki ama şu dokunanın yandığı cemaat ne alemde. Biliyorsunuz MİT ile ÖYM çekişmesi yani aslında AKP ve Cemaat çekişmesi sırasında iki kesim arasında kopmalar yaşandı. Cemaatin tam destek verdiği, Ergenekon ve diğer kirli operasyonların tetikçi gazetesi Taraf, bir anda nedense  Erdoğan'a karşı cephe almaya başladı. Mesela Zaman gazetesi hiç huyu olmamasına karşın, hükümete karşı muhalif haber ve köşe yazılarına yer vermeye başladı. Bu kapışmada Başbakan tarafında yer alanlar ise, Ahmet Şık'ın dediği gibi dokunan yanar denilen cemaatin yeni Ergenekon olduğunu ağızlarından kaçırıverdiler. 


Oysa daha sürecin başında bazı insanlar gerçeği görmüş ve Ergenekon operasyonunun derin devletle hesaplaşma değil derin devlet yapılanmasında rol değişimi olduğunu söylemişti. Daha önce ülkücü, milliyetçi bir kesimin elinde bulunan bu devletin derinleri 2002 sonrasında yavaş yavaş cemaatin eline geçti. Derin devletin Üniversite yapılanmasında önemli bir üst olan Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu, Ülkücülerin elinden Cemaatin eline geçmeye başlayınca aslında ilk sinyaller verilmişti. Çünkü YKK aslında buzdağının görünen kısmı. Altında ise kocaman bir dünya var. Yıllarca Üniversiteler üzerindeki kontrolün YKK üzerinden gerçekleştirildiğini biliyoruz. Aslında basit ama etkili bir Üniversite kontrol mekanizmasıdır YKK. İşte Cemaat yıllarca yurtların imkansızlıklarını kullanıp, öğrencileri ışık evlerine çekme yöntemini ilk defa YKK'yı ele geçirdikten sonra değiştirdi. Bugün YKK'nın birçok yurdu Işık Evi rolü üstleniyor. Artık Yurt müdürleri eski ülkücüler değil, Cemaat üyesi abiler. Yani cemaat, Polis, Yargı ve en sonunda da Üniversitelerde de örgütleniyor. Eskiden Kampüsler ya ülkücülerin ya da solcuların elinde olurdu. Şimdi direkt yönetimi ele alan Cemaat kim işine gelirse ona veriyor kampüsü. Marmara İletişim'de bildiğiniz gibi Yusuf Devran sayesinde Cemaatin eline geçti. En son ülkücülerin okulda solcu öğrencilere saldırmasıyla kimin tarafını tuttuklarını belli ettiler. Yıllarca eleştirdikleri YÖK bugün dünden daha merkeziyetçi bir Üniversite sistemi kurdu. Yani neymiş muhafazakarların YÖK karşıtlığı sadece türban özelindeymiş. Yani bizim gibi Üniversiteleri kölesi haline getiren ve direkt hükümete bağlayan bir Üniversite sistemine hiç bir zaman karşı olmadıkları belli. Ama düşünmedikleri yarın yine "laiklik" vurgusu yapan bir iktidarın elinde YÖK'ün tekrar türbanı yasaklaması mümkün. Yani aslında değişen YÖK'ün başındakiler. Sistem aynı sistem. CHP'nin de yıllarca bu YÖK sistemini savunduğunu hatırlatırım. Şimdi ise işlerine gelmediği için eleştiriyorlar. Ama ortada bir samimiyet yok.


Yani 24 Temmuz'un kutlandığı bugünde ülkenin çok sorunu var. Her gün ben nasıl bir ülkede yaşıyorum diye uyandığımız bir memlekette yaşıyoruz. Basın özgürlüğünü kısıtlamak için sansür kurullarına ihtiyaç olmayan bir dönemdeyiz artık. Üstü kapalı sansürler, iktisadi yaptırımlarla zor durumda kalan geleneksel medya ve otosansür. Bugün bu durumdayız. Bir tarafta ise Akit isimli bir gazete ve ortaya çıkan yalanları. Akit'in manşete taşıdığı fotoğraflarda ölen genç kızın göğsünde görülen kırmızılığın aslında saç örgüsü olduğu ve fotoğraflarla oynandığı bugün ortaya çıkıyor. Daha önce fotoğrafların orijinali bundan 19 yıl önce Mehmet Özer, "Sesini Yitiren Şehir Sivas" adlı kitabında yayınlamış. Yani hem fotoğrafların saklandığı hem de kurbanların kurşunladığı yalanı ortaya çıkıyor. Peki ama Akit bunun için çıkıp özür diler mi? Daha önce yazarı Hüseyin Üzmez'in 16 yaşındaki bir kız çocuğuna tacizden tutuklanmasında, Üzmez'i destekleyen ve bu tavrı yüzünden özür dilemeyen Akit mi özür dileyecek? 17 Ağustos'ta ölenlerin ardından söyledikleriyle vicdanları yaralayan Akit mi özür dileyecek? Ama belli ki Akit, Malatya Özel Yetkili Savcısının açtığı Sivas soruşturmasının nasıl bir seyirde olacağını bize göstermiş oluyor. Daha önce olayı tetikleyen 4 PKK'lı diyen savcılık, ölenler aslında yakılmadı hepsi kurşunlandı derse şaşırmam. Aslında otel yakılmadı, görüntüler montaj, aslında o gün Sivas'ta insanlar toplanıp 33 Alevi aydını yakmadı derse şaşırmam. Şaşırmam çünkü plan bu yönde. Şaşırmam çünkü buna ancak öfke duyulur. Hani demiştim ya kalbimde nefrete yer yok diye. Sivas için böyle düşünen birine karşı kalbimde her zaman fazlasıyla öfke ve nefret var. Bizim canlarımızın hesabı sorulmasın, 19 yıldır orada öldürülen aydınlar için yas tutalım. Kendine gazete süsü veren bir kağıt parçası gelsin bizim canlarımız üzerinden kendine, yandaşlarına, aydınları yakan güruh ve onu destekleyenlere güya tertemiz bir tarih yaratmaya kalksın. 1977 1 Mayıs'ı nasıl solcuların işi olduysa Sivas'ta aslında solcuların işi haline getirilsin. Çünkü onlara göre Müslüman böyle bir şey yapmaz. Ama onda hem fikiriz. Biz sadece bunu yapanların kendisine Müslüman demesinden rahatsısız. Onlar ise bu "Müslüman" kalabalığın böylle bir eyleme girişmeyeceğine inanıyor ve inandırmak istiyor. 


Basına sansürün kaldırılışını kutladığımız bu günde kalemini başka insanların acılarını deşmek adına kullanan bu gazetenin nasıl bir yere konumlandırılması gerekir. Ben bu haberi ve benzer haberleri yazan, yalan yazan, reklam yapan,  Cengiz Semercioğlu gibi kalemini parayla satan, Halkla İlişkiler Ajanslarının basın bürosu gibi çalışan gazetecilerin bayramını kutlamıyorum. Kutlamıyorum çünkü gazeteciliğin tüm ahlaki değerlerini ayaklar altına alıyorlar. Bu ülkede 100'e yakın gazeteci arkadaşımız cezaevinde meslekleri yüzünden yargılanırken, onlar mesleklerini bir para ve statü kazanma aracı olarak kullanıyor. İçerideki gazeteciler kalemlerini halkın yararına kullanırken, Akit gibi gazetelerde yalan haber yapanlar ise kalemlerini kanla dolduruyor. Suriye ile savaş çıksın diye manşet atanlarda farklı değil aslında. Bu ülkede kaos çıksın diye, yalan belge ve bilgileri yayınlayıp kendi gazeteci arkadaşlarını karalayan iki yüzlülerin de bayramı kutlu olmasın. Çünkü Gazeteci olmak bir niteliktir, her sarı basın kartı olan ya da her gazetede bu işi yapan gazeteci olmuyor. Gazetecilik yapılacak bir meslekten önce hak edilecek bir onursal bir duruştur. Bu duruşu hak eden bütün Gazetecilerin 24 Temmuz Basın Bayramı kutlu olsun. 

Yorum Gönder

Görüşlerinizi paylaşın

Daha yeni Daha eski