Ne yazacağını bilmeden bilgisayarın başına oturuverdi.
Yılların verdiği yorgunluk gözaltlarına vurmuştu adamın. Hayatta en iyi bildiği
belki de bildiği tek şey yazı yazmaktı. Daha kırk yaşına yeni girmişti ama yetmiş yaşında gibi bütün saçları çoktan kırlaşmıştı. Aslında pek
saçı da kalmamıştı, her ışık vurduğunda kafasının üstü bir güneş gibi
parlıyordu. Gözaltları kararmaya ve kırışmaya başlamış, alnında ve yüzündeki
çizgiler çoktan belirgin hale gelmişti. Parmaklarının üzerindeki tüyler bile
beyazlamıştı artık. İşin garip yanı ise adamın kafasına takılan bunların
hiçbiri değildi.
Daha bundan on yıl önce yaşadığı ülke için büyük bir endişe
içindeydi adam. Hani hayatını farklı bir yola sokmak adına son kez bir şeyler
denediği dönemlerdi. Ama işte daha o zamanlarda, sisteme, ülkeye, insanlara ve
insanlığa dair bütün umudunu kaybetmişti. Şimdi pencereden küle dönmüş o koca
şehre tekrar baktı adam. İnsanlar daha düne kadar göç etmek için sıraya
girdikleri bu şehri terk etmeye başlamıştı. Belki de adamı son iki yılda küle
dönen bu şehrin hali yaşlandırmış, hüzne boğmuştu. Sevdiği kadınlar onu terk
etmiş, hiç sevdiği işini yapmaya fırsat bulamamış ve şimdi de en sevdiği
şehirde küle dönmüştü. Arada bir dışarı çıkıp, boğazı izlerdi adam. Hani belki
olur ya griye çalan denizin rengi biraz olsun mavileşmiştir diye. Ama hiç bir
zaman beklediği gibi bulamazdı boğazı, denizi ve İstanbul'u. Havadan da kül
yağıyordu artık, hani yaşanacak bir yer olmaktan çıkmıştı bu şehir. Ama adam
kararlıydı, eğer ölecekse bu şehirle birlikte ölecekti.
Bundan iki sene önce, hala masmavi bir gökyüzüne bakarken
insanlar, şehrin üstünde gerçekleşen bir patlama bütün gökyüzünü yavaş yavaş
küle çevirmişti. Yıllar önce bölgeye barış getirmek adına savaşın kapısını açan
sözde liderler çoktan terk etmişti ülkeyi. Ve şimdi zamanında Bizans'ın Konstantinopolis,
Osmanlı'nın Der Saadet, son dönem Osmanlı'da ise İstanbul adını alan bu şehir
belki de bin yıllar sonra ilk defa insansız kalmıştı. Kalan birkaç yüz insandan
biriydi adam. Aslında şehirde kalanlar çoğunlukla hava yüzünden hastalanmış
kimsesizlerdi. Onlara bakacak kimseleri yoktu. Oysa adam kimsesiz olacak kadar
çaresiz değildi. Hani öyle böyle geçimini sağladığı bir işi de vardı. Bütün
sevdikleri aslında gün aşırı adamı arıyor ve İstanbul'dan çıkması için
yalvarıyordu. Ama adam hasta bile olmamıştı nedense. Aslında İstanbul'daki
nefes darlığı ile başlayan bu hastalıktan etkilenmeyen koca ülkede yüze yakın
kişi vardı. Bir şekilde vücutları bu havadan etkilenmiyordu. Adamda onlardan
biriydi. Buna rağmen elleri titremeye başlamış, gözleri bozulmuştu adamın. Kül
bulutu yüzünden iki senedir şehir güneşi görmüyordu. Külden etkilenmese bile
güneşsizlik bitiriyordu adamı.
Ama onun üzüldüğü ölüme bu kadar yakın olması değildi.
Sevdiği o güzel şehrin gözlerin önünde ölmesi onu sarsıyordu. Aslında
gitmeliydi buradan adam dayanamazdı bu kadarına. Ama işte terk edemezdi bu
şehri, en azından bu şehre arkasını dönmemeliydi. Hayatta hiç ısrarcı olmamıştı
adam, bir şeylerin peşine düşmemiş, hiç bir şeye tam anlamıyla sarılmamıştı.
İşte şimdi bu şehre sarılıyordu adam. Eski günlerin hatırına, kendini en
uykusuz gecelerinde koynuna alan ve sarıp sarmalayan bu güzel kadını terk
edemezdi. Belki şimdi üstünü ölüm sessizliği kaplamıştı ama en zor zamanında
terk edip gitmem diyordu. Nedense sevdikleri onun kadar sadık olamamıştı. Gün
gelmişti İstanbul bile sırt dönmüştü ona. Terk etmek zorunda kalmıştı bu şehri.
Beş parasız kalmış ve tutunamamıştı. Neden sonra yazdığı kitaplar ve bir kaç
gazete yazısı sayesinde azıcık da olsa belini doğrultmuştu. Muhabirlik
yapamadığı gazetelerde yazı yazıyordu adam. Şimdi ise hiç biri kalmamıştı
ortada. Sadece küle dönmüş bir şehir ve o şehrin başında ölmeyi bekleyen bir
adam vardı. Belki beraber öleceklerdi belki de bu şehir adamın bedeninin
üzerinde yeniden dirilecekti. Nede olsa bu şehir çok büyük felaketleri
atlatmıştı. Hem şehri kaplayan kül bulutunun dağıldığına ilişkin veriler
geliyordu. Belki de bir yıl içinde şehir tekrar güneşe kavuşacaktı. Belki hiç
bir zaman eskisi gibi olmayacaktı ama halen masmavi olmayı bekleyen bir boğaz
vardı. Ve o mavi sulara bin yıllardır hayır diyebilen kimse olmamıştı.
Adam bunları düşünürken şehre belki son kez baktı. Pencereyi
kapatması gerekiyordu. Bu gece rüzgar vardı ve külün evin içini kaplamasını
istemiyordu. Şimdi uykuya dalacaktı adam. Bakalım yarın sabah güneşi görmek
nasip olacak mıydı? Umudu yoktu ama kim bilir belki bir gün güneşi tekrar bu semalarda görmek nasip
olurdu.