Barış sürecine ilişkin uzun süredir bir çok yazı okudum ve doğrusu fikirsel anlamda kendime bir yol çizdim denebilir. Ne yazık ki hayatta hiç bir şeyi koşulsuz destekleme gibi bir huyum olmadığı için her iki kesim içinde hayin olarak yaftalanmak gibi bir kaderimizde var. Hani öyle kaderimse çekerim yaratılışında değilim ama kimseye hayin olup olmadığımı kanıtlama gibi bir derdim de yok. Hayinlik mertebesinin nerede başlayıp nerede bittiğinin de çok muğlak olduğu bu çağda herkesin hayini olmak ise başka bir yetenek olsa gerek. Hani oportünist miyiz biraz yoksa hiç bir şeyi beğenmeyen bir narsist mi bende henüz anlamadım.
Her neyse bu kavram kargaşasından biraz sıyrılıp günün sıcak gündemine şöyle bir kepçeyi daldırmak gerekiyor. Dicle Üniversite'sinde üç gündür devam eden öğrenci kıyımı, barış sürecinin ardında sımsıkı durduğu söylenen AKP hükümetinin nasıl bir barış istediği konusunda kafaları karıştırdı. Üniversite'ye Polis eşliğinde giriş yapıp öğrencilere, taş sopa ve satırlarla saldıran Hizbullah destekçisi grubun amacı neydi ve neden Polis tarafından korundular? AKP hükümeti eğer bu kışkırtmanın içinde değilse neden Polis bu grupları koruması altına alıyor ve Üniversite öğrencilerine saldırıyor? Hadi diyelim hükümetin kendi polisine hakim olamadığını düşünelim. O zaman bu barış sürecinde direkt olarak kendi emrinde olmayan askerin nasıl önüne geçecek bu hükümet? Yani aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık misali. BDP'nin Dicle Üniversitesi öğrencilerini itidale çağırmış olması ve kışkırtmalara mahal vermemelerini söylemesi de önemli. Uzun süreden sonra BDP'nin barış dili kullandığını görüyoruz. Bu anlamda sürece dair bir umut beslenebilir.
Özellikle Hizbullah'ın devlet tarafından tekrar Güneydoğu coğrafyasında tezgaha sürülmesi belki de ülke içindeki şahinlerin gazını almak içindir. Hani uzun süre düşününce Polis'in bu korumasına başka bir anlam yüklemek pek mümkün değil gibi görünüyor.
Şimdi ise son zamanlarda tartışılan Türk kimliği üzerine konuşmaya geldi. Kendi fikrimi söylemek gerekirse Anayasa'da Türk şudur diye tanımlama yapmak bana göre anlamsız ve gereksiz bir ayrıntı. Hani bir tanım konacak ve bazı kişiler şu an ki tanımım muğlaklığından şikayetçi ise o zaman Türk milleti tanımını daha açık bir tanımlama ile yaparsınız olur biter. Hani ne yazık ki devleti değil merkezine insanı alan bir anayasa temelini hazırlamadan kendimizi derede boğmaya çalışıyoruz ya o sinirlerime dokunuyor. Keşke önce şu Okyanusu geçmeye çalışsak, dereyi en sona bıraksak. Daha elimizde tüm vatandaşların uzlaşacağı sivil bir anayasa taslağı yokken, kalkıp Türk milleti tanımına takılı kalmak bana göre işin tadını kaçırıyor. Zaten son zamanlarda ortaya çıkan bazı tabelalardan T.C. ibaresinin kalkması üzerine bu tartışma ortamı daha da gergin bir hale getirdi.
Aslında bu sorunların hepsinin temeli bu ülkede hali hazırda geçerli olan siyasi milliyetçilik anlayışından ileri geliyor. Hem Türk hem de Kürt milliyetçileri, kendi ırklarına, soylarına, soplarına, kültürlerine en ufak bir eleştiriye karşı o kadar kindar bir tavır içindeki ilkel bir milliyetçilikleri olduğu gerçeğini göremez hale gelmişler. Lafa gelince Kürtler, Türk milliyetçilerini ırkçılık ve faşizanlıkla suçlar ve kendilerini Sosyalist ilan ederler. Ama nedense iş Kürtlerin özgürlüğüne gelince, bütün Kürtleri bir toprak parçası altında birleştirme, Kürdistan denen bir toprak ve kendileri için ortak tarih devşirme girişimlerini hiç görmezler. Bu çabanın faşizan olduğu, ırkçı bir altyapısı olduğu gerçeği nedense hiç bir Kürdün dikkatini çekmez. Türkler içinde aynı mesele geçerli. Bir taraftan Atatürk Milliyetçiliği diyen arkadaşlar madem öyle, Türklük vatandaşlık bağı öyleyse neden bu ülkede yıllarca insanlar kendi ana dillerini konuşamadılar dediğinizde belli bir siyasi kalıpla cevap verirler. Ya şimdi konuşuyorlar işte tavrını gösterir ya da Kürtçe uydurma bir dil zaten, bunlar emperyalist oyunlar diye karşınıza çıkarlar.
Ama işte kendini Tanrı dağlarının eteğinde yaşayan göçebelerin torunu olarak görüp, millet fikrini neredeyse ilk çağlara dayandıran Türk milliyetçileri ile kendilerini Medlerin devamı olarak görüp, o dönemde milliyetçi bir kültürel bağ kurmaya çalışanlar aynı yanlışa düştüklerinin farkında değil. İşin kötü yanı, bazılarının bunu Sosyalizm kimliği içinde açıklama çabası. Hem milliyetçiliği sürekli aşağıla hemde daha sonra o aşağıladığın milliyetçi tezlerden daha komikleriyle kendi tarih tezini yaratmaya çalış. İşte bugün karşı karşıya gelen aynanın bu iki yüzü aslında Hitler ve Mussolini ile aynı yolda yürüdüklerinin farkında değil. Şimdi çıkıp biz ırkçı değiliz, yok Hitler soykırım yaptı bizi onlarla aynı kefeye koyamazsın diye karşımıza çıkacaklardır. Sonucun aynı yere çıkmaması yolun aynı olduğu gerçeğini değiştirmez. Hitler ve Mussolini'de kendi milletlerine tarihsel bir kimlik oluşturdu. Hitler Avrupa'da ki tüm Almanları bir araya getirmeye çalışmakla işe başlamıştı hatırlatırım. Hani bugün Kürtler bir araya gelsin diyen "Sosyalistlere" gelsin bu tespitimde. Yurtseverliği ülkede yaşayan tüm ırkları bir potada eritelim diye anlayan CHP anlayışı da hatalı. Hem Milliyetçi hem de Yurtsever olunmaz. Ya millete sevda duyacaksın ya da bu topraklarda yaşayan her şeye. Hani aslında, Yurtseverlik Milliyetçiliği uzun süre kabul etmeyen Sosyalizmin kurtuluş reçetesi olarak ortaya çıktı. Evet Milliyetçilik tehlikeli bir hastalık ama insanlar bu hastalığa sahipse bari bunu daha iyi yerlere yönlendirelim çabasının sonucudur Yurtseverlik. Tam olarak içi doldurulmuş ve kullanışlı bir kavram mı tartışılır. Hani aslında Yurtseverlik kavramının daha çok gidecek yolu var gibi duruyor.
İşte milliyetçilerin anlamadığı nokta bu. Hem Kürtleri hemde Türkleri sevmek, bu ülkenin iyiliği için çaba harcamak ve emperyal güçlere karşı mücadele edebilmek gerekir. Sanki bunların hepsi bir arada olamazmış gibi davranıyorlar. IRA süreciyle ilgili son zamanlarda bir iki röportaj okudum ve söylenen şu aslında, süreçte kimsenin bir şeyi kazanmadığı vurgusu iyi yapılmalı diyorlar. Savaşın kazananı olmaz sözünü herkes çoktan unutmuş gibi. Özellikle BDP'nin Kürtleri kazanan taraf olarak sunma çabası büyük bir hata. Tekrar söylüyorum, Öcalan'ın süreçte bu kadar başat rol oynaması doğru değil. Akiller heyeti, BDP aslında bunların hepsi sadece Öcalan ve Kandil arasında aracılık yapmaktan fazlasını yapmayacak gibi duruyor. Süreç ne yazık ki Erdoğan ve Öcalan'ın pazarlık yapmasının ötesine pek geçemeyecek gibi. Bu kadar büyük egolarla barışın gelmesi çok zor. Sadece silahların değil egolarında terk edilmesi gerekiyor bu süreçte. Ama işte egosantrik iki adamın başını çektiği bir süreç nerelere gider gerisini siz düşünün. Şu an için bir güvensizlik ortamı var ve kimse teslim olmuş gibi görünmek niyetinde değil. Ama işte silah ve sandık arasında bir seçim yapmak gerekecek. Askeriyenin bir şekilde operasyonlara son vermesi işin kolay yanı. Zor olan yanı ise bu operasyonların nedenlerinin ortadan kalkması.
Barışın arkasında duralım ama bu sürecin ardında yapılan başka planlar asıl endişemiz. Dedik ya, bütün sürecin Öcalan gibi bir adamın merkezine yerleşmesi doğru değil. Bu sürecin ilerleyen kısımlarında da gerginliğe neden olabilir. Ama işte AKP, alelacele sanki seçime kadar bir şekilde işin içinden çıkmanın peşinde. Anayasa taslağı filan derken, kendi çözümünü dayatıp işte bakın terör sorunu bitti demenin hesaplarını yapıyor. Ne yazık ki ben AKP'nin uzun vadeli bir barışa hizmet edeceğini düşünmüyorum. Bunun temel nedeni ise süreci bu kadar hafife alması. Elinde ne bugüne ne de geleceğe ilişkin bir plan yok AKP'nin. Sanki birilerinin planları devreye girmiş gibi. Belki IRA örneğinde de ABD'nin ve Clincton'ın baskısı var ama sonuçta hali hazırda ellerinde sağlıklı bir süreç vardı İngilizlerin. Bizim elimizde ise kimsenin derdini dinlemeden iğneyi batırmaya çalışan bir doktor var.